İçinde bulunduğum durum, Coen biraderlerin film senaryosu gibiydi. Nadir de olsa, gerçek hayat, fantastik kurgudan bile çok daha absürd olabiliyor.
Lokasyon: Tanzanya’nın Darüsselam kentine iki saatlik mesafede bir kamp alanı.
Kişiler: bendeniz, Couchsurfing’den tanıştığım, Antalya’da ailesiyle birlikte ağırladığım Bao, tek kelime İngilizce bilmemesine rağmen Tanzanya’da buz fabrikası açacağım diye yollara düşmüş Loi, Tanzanya’da iş yapan Vietnam’lılar ve içlerinde yalnızca sekreterin ve tercümanın yabancı dil bildiği Vietnam elçilik çalışanları.
Yabancı dil bilmeyen elçilik çalışanları fantastik bilim kurguyu bile zorluyor ama malesef Vietnam elçiliklerinde durum bu şekildeymiş. Şimdi eş, dost, torpil olayları diye gerekçe gösterip de diplomatik krize yol açmaya gerek yok. Merak eden araştırsın. Belki de adamlar bilerek konuşmadılar; Vietnamca’nın bozulmasını, unutulmasını istemiyorlar. Neyse efendim konuyu dağıtmayalım. O gece de Çin yeni yılıymış, gayet çağdaş bir şekilde Darusselam dan aldığımız yengeçler, kalamarlar, karidesler, balıklar eşliğinde Vietnamlı kardeşlerimin yeni yılını kutladık. Resimdeki karidesleri mangala dizen yiğit oğlan, girişimci dostum Loi.
Tabii ki bu medeni kutlamanın sırrı, gece için yalnızca bir şişe “konyagi” nin alınmış olmasıydı.
“Konyagi” kendine özgü bir tadı olan yerel Tanzanya içkisi. Zaten şişedeki alev şekillleri size bir fikir veriyordur. Şişede de satılıyor, fakir halk tek tek alabilisin diye küçük naylon poşetlerde de satılıyor. 70 lik şişesi 6 TL. Burukluk veren bir tanen miktarı var ve sıkı asitli, bunların yanında çok aromatik ve lezzetli bir içki. Yazı daha etkili olsun diye şarap değerlendirmelerinden çaldım, idare edin. Aslında acaip berbat, içimi çok zor bir içki. Bungalowlarımıza çekildik yattık uyuduk. Gün normal başladı. Bao, Antalya’da yapmasını öğrettiğim Türk kahvesini mangalda pişirdi. Güzel oldu. Yanda Loi yine uğraşıyor bir şeylerle.
Bayanların tek tek kahve fallarına baktım. Duymak istedikleri yalanları sıraladım fütursuzca. Fincanda gördüğüm şekilleri benzettim adama, paraya, kalbe. İnsanların hayalleri her yerde aynı; zengin bir eş, bolca aşk, romantizm, çuval dolusu para, sağlık vs. vs. vs. Herkes mutlu oldu.
Denize girdik, öğle yemeği yedik, olay akışı normal seyrinde giderken elçiliğin diğer çalışanları geldi. Oturduk içki masasına, oturmaz olaydım. Karşımdakilere baktım 1.50 lik 1.60 lık hap gibi tipler. Bunları içkide kepaze ederim diye düşündüm ve Amerika’nın Vietnam savaşında düştüğü aynı hataya düştüm. Büyük üstad Sun Tzu ne demiş: “Rakibini tanımadan savaşma”.
35 derecelik sıcakta, Tanzanya’nın çoğu yerinde elektrik, buzdolabı gibi gereksiz şeyler olmadığından başladık “konyagi”lerimizi sıcak içmeye. Adamların içme teknikleri de psikopatça; dolduruyorlar kadehlere, tek içişte bitiriyoruz. Tabii Türk genleri taşıdığımdan, meydan okumaya dayanamadığımızdan şuursuzca içmeye başladık. İkinci şişe ışık hızıyla bittiğinde ve sağ gözüm kapanmaya başladığında, “Bu işte bir gariplik var,” diye düşünmeye de başladım. Arkadaş, bu adamlar bu ebatla nasıl bu kadar içebiliyorlar? Hafiften kıllanmaya başladım ama çok geç kalmıştım, ok yaydan çıkmıştı bir kere. Kırmızı şapkalı zatın mevkisi muhtemelen yüksek. Herkes lafını dinliyordu. Tabii ortak bir lisan olmadığından nasıl anlaştık ne konuştuk, nelere güldük o ayrı bir muamma. Vietnamlılarda da “Öpüjemmm abiii” modu varmış. Artık bu noktada ciddi anlamda korktum. Neyse ki Bao devreye girdi, adını unuttuğum vatandaşın gay olmadığını yalnızca iyi içicilere çok saygısı olduğunu söyledi. Ne demekse. Fotodaki vatandaş o ebatla iki şişe 70′lik “konyagi” içti. Sonra da başını omzuma koydu.
Ne kadar içtik hatırlamıyorum ama tek bildiğim hayatımda bu miktarda ve bu hızda içmemiştim. Allahtan şişeler bitti. Yoksa kimsenin pes edeceği bırakacağı yoktu. Daha “konyagi” olsaydı kesin hastanelik olurduk. Adamların inat konusunda bizim gibi problemleri var. Sonrası bir rezalet: Ben uçmuş bir şekilde sızmaya giderken, kırmızı şapkalı zat masanın üstüne çıkmış diğerlerine ciddi ciddi bir şeyler anlatıyordu. Ufak tefek olan şarkı söyleyip yerlerde sürünüyordu. Bir içimizde göreceli olarak Loi iyiydi. Ama o da tavandaki sabit bir noktaya transa geçmiş gibi bakıyordu. Bungalovuma çekildim, sonra Bao elinde limon suyuyla geldi. Onu içince şiddetli bir istifra. Yeniden şuurunu kaybedip sızma. Yeniden ayılma, bu sefer Bao’yla elçilik sekreterinin odada tütsü yakıp ellerimle ayaklarımı viks benzeri bir şeyle ovmaları. Ülke ilişkileri açısından talihsiz bir başlangıç oldu. Akşam altı gibi zar zor kendime geldim. Tek tesellim diğerlerinin de paketlenip sızmış bir şekilde arabalara konulmuş olmasıydı. Yalnız Loi acaip gıcık etti, bakıp bakıp durmadan gülüyordu halime. Üçkağıtçı gayet de iyi gözüküyordu. Ama Allah’ın sopası yok; dönüş yolunda Loi ön cama Etna yanardağı gibi püskürdü. Yüzde elli görüş açısıyla gittik Bao’nun evine. Tabi yol boyu Bao bir Loi’ye bir de bana fırça atıp atıp durdu “Manyak mısınız, çocuk musunuz, niye bu kadar içtiniz, haydi bunlar inatçı sen niye bunlara uydun,” diye. Hem sarhoşum hem İngilizcem yetersiz, anlatamıyorum ki, coştu bir kere şu deli yürek o ortamda durmak istesem bile hiç durabilir miyim diye. Aslında başlık yanlış oldu. Vietnam’lılarla içme taktiği olmalıydı. Etkili ve geçerli tek bir taktik var: VİETNAMLILARLA İÇMEYİN.
ne diyebiirim kardeşim ya, herkes sana hayran sadece, rambo gibisin maşallah, vietnam,tanzanya,konyağı gibi şeyler yıkamaz seni, sana vız gelir hepsi, Allah yolunu açık etsin, tüm dünyayı defalarca gezme şansın olsun inşallah
YanıtlaSilMERHABA,
YanıtlaSilÇok eğlenceli bir anlatımınız var blogunuzu keyifle takip ederdim ama artık guncellemiyorsunuz sanırım yoğunluk dolayısı ile..